İstanbul’un şehir tiyatrosunda geçenlerde izlediğim bir oyun birçok şeyi tekrar ele almak açısından kimi hatırlatmalar yapıyor gibiydi. Herkesin kendi dünyasına hapsolduğu bir ülkede insan, parçalara odaklanmaktan bütünü görmemeye ve karanlığı büyütmeye nasıl ortak edilir dedim kendi kendime. İnsan nasıl olurda burnunun ucundakini görmez hale getirilir ve nasıl hiçbir şey olmuyormuş gibi sakin bir şekilde yaşayabilir.

Duşan Kovaçeciç’in 2008’de kaleme aldığı ve 2009’da ilk olarak Türkiye’de sahnelenen “İntiharın Genel Provası” adlı tiyatro oyunu; Yugoslavya’nın dağılma sürecinde intihar vakalarına odaklanıyor.

Bir mimarın intiharıyla başlayan oyun, onun Tuna köprüsünden atlaması, denizdeki ağının zarar görmemesini isteyen bir balıkçı, güzel, yalnız bir kadın ve kaçak turistik gezi yapan bir kaptanın yolcularına zarar gelmemesi söylemi ile intihardan vazgeçirilmesiyle başlayıp, kaptan olarak kendini tanıtan karakterin hain planıyla devam ediyor. Mimar işsiz ve borçları olduğu için intihar etmektedir. Kaptan ise allem edip, kalem edip mimara iş bulma vaadiyle mimarı ölümden vazgeçtirir. Mimarı işadamı olan kardeşine yönlendirir.

Bir böbreği olmayan Kaptan, vicdan ve para eksenli bir konuşmadan sonra mimarı, bir gözü olmayan iş adamı kardeşine yönlendirir. Para ve kariyer vaadiyle mimarın ruhunu eline alan iş adamı mimarı bu seferde ruhunu onarması için; bir bacağı olmayan psikolog olan kardeşine yönlendirir. Psikolog onu biraz rahatlatır ve kendine bağlar. Son adım olarak onun para, kariyer ve rahata kardeşi Kaptan sayesinde vardığını söylemek kalır. Kaptan olan kardeşin bir böbreğinin olmadığını söyler ve bir anlamda mimarı borçlu çıkarır. Kendini borçlu hisseden kaptan tufaya düşerek “size borcumu böbreğimle ödemek isterim, hem zaten ben bir böbrekle de yaşayabilirim” der.

Bütün bu isimlerle görüşmeler sırasında balıkçı ve kadın mimarın çevresindelerdir. Öncesinde planın bir parçası olarak bulunsalar da mimarın yanında sonra bu karanlık işin dışında kalmak için kaptanın bir dolandırıcı olduğunu ve insanları intihardan vazgeçirmek istemesinin altında başka şeylerin yattığını anlatırlar Psikolog Abiye. Psikolog da bunları iki bacağı, bir gözü ve bir böbreği olmayan avukat kardeşlerine yönlendirir hesap sormaları için. Avukat kardeş, mimar, balıkçı ve kadın buluşurlar bunun üzerine. Avukat’ta Kaptan’dan rahatsız olduğunu ve onlarla aynı görüşte olduğunu söyler bir demagoji kumkumalığıyla üçünün de vekaletini alır.

Tabi sonuçta bizim saf insanlarımız başlarına neyin geldiğini bilmeden iş işten geçmiş olur. Mimar, balıkçı ve kadın yani her üçü de bir gözlerini, bir böbreğini ve bir bacakları alınmış halde sahneye çıkarlar. Kaptan, İşadamı, Psikolog ve Avukat aynı oyuncu tarafından oynanır oyunda. Bu da bize Duşan Kovaçeviç tarafından oyunun final cümlesi olan “Kurt neden ot yemez? Çünkü koyunlar ot yer.” sözüyle veriliyor.

Kovaçeviç tam olarak ülkesinin dünü ve bu günüyle bağlantılar kurarken ana problemi ne olarak yorumluyordu ya da çözümü ne olarak görüyordu bu ayrı bir mesele ancak gerçek şu ki bu oyun birçok şeye yarattığı dünyadan cevaplar üretmeye çok müsait.

Oyunla ilgili olarak Kovaçeviç’in yaşanan süreci değerlendirmesi ise şu güzel sözlerinden anlaşılıyor. “Çalkantılı ve hastalıklı böylesi bir zamanda, frenleri çalışmayan bir medeniyetin şoförü oldukça güçlüdür; kokain almış birisinin enerjisine sahiptir. Alkol ise zavallı fakirlere bırakılmıştır; yani engelli arabaları süren şoförlere…” Yeryüzündeki tüm olup biten felaketlerin sorumlusu ise, kumru-inek-domuz ve huş ağacıdır. Eğer bu “yalan” gerçek olarak kabul edilmişse yaşadığımız dünya 20. Yüzyılın hatalarını (ayıplarını) tekrar edecektir. Biz de hiçbir şey öğrenemediğimiz için, hem sınıfı hem de hayatı tekrar edeceğiz.”

Bu sözler eşliğinde Yugoslavya’dan biraz bahsedip bu yazıyı neden yazdığıma geçeceğim. Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki bu sözlerde 20. Yüzyılın hatalarını tekrar edip yeniden öğrenmeye dair olan kısım beni çok etkiledi. Çünkü gerçektende Yugoslavya’nın kuruluş süreci dağılışı ve bugün içinden çıkma yolu ekseninde ele alındığında sözler daha bir anlam kazanıyor.

Josip Broz Tito; yani bildiğimiz TİTO tarafından, 1941’de başlamış olan Adolf Hitler’in faşist ordularınca işgal edildiği darmadağınık olmuş bir ülkede 1943’ten itibaren vermiş olduğu mücadeleydi o sözleri bu eksende anlamlı kılan. Tito ne yapmıştı. Tito, Faşizmin işgaline ve yerli faşist, dinci grupların Ustaşalar başta olmak üzere hain ortaklığına karşı Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kurarak komünist ilkeler çerçevesinde bütün ulusları tek cephede toplayarak sosyalist bir ulusal kurtuluş mücadelesini örgütledi.

Faşizmin yenilgiye uğraması sonrasında kurulan Sosyalist devlette halkçı bir demokratik yönetim izledi Tito. Ancak tüm dünyada sosyalizmin yenilgiye uğramasıyla beraber, Yugoslavya dağılma sürecine geçecekti. Bu dağılma süreci farklı uluslardan oluşan demokratik bir halk cumhuriyetinde ezen-ezilen ulus çelişkisini dış müdahalelerinde etkisiyle tetikleyip ırkçılığın yükselmesine Sırp, Boşnak ve Makedonların birbirilerini boğazlamasına sebep oldu. Savaş, katliam ve soykırım gibi suçlar yine 1940’larda Alman Faşizminin yaptığı gibi 1990’larda ABD ve AB emperyalizmi tarafından NATO aracılığıyla dayatıldı. Hızlı bir parçalanma sürecinden sonra harita yeniden oluşturulmuş oldu böylece. Emperyalizm halkları bir arada yaşatmadığı gibi bugün tek başlarına da yaşatmamaya ve her geçen gün dayattığı politikalarla ölüme sürüklüyor.

“İntiharın Genel Provası” aslında işte böylesi bir süreçte yok oluşa geçen bir ülkeyle beraber yok olan insanların göz göre göre yok oluşa götürülüşlerini anlatıyor.

Bizim coğrafyamızda yaşanan elbette birebir aynısı olmasa da ortak yönler taşıyor. (Ha tabi şimdilerde Yugoslavya’yı yeni keşfeden ulusalcı saçmalıklar gelmemeli akla… Burada dikkat çekmek istediğim çözülüş değil faşizme ve dinciliğe karşı halkların ortak kurtuluşu daha çok.) Bizde de Ortadoğu ve Balkanları Türkiye’yle beraber yeni bir formüle etme çabası bulunuyor. Bölgemizin eski savaşlardan şuan süren savaşlara ve yeni savaşlara doğru yol aldığı açık bir haldedir. Ortadoğu’da daha önce kendisinin kurulmasına göz yumduğu diktatoryal sistemlerin yerine yeni diktatoryal sistemler getiren emperyalizm halkların özgürlük ve eşitlik taleplerini de amacına ortak etmekte son derece ustalaşmış görünüyor.

Bir dönem Reel Sosyalizm tehdidine karşı Baasçı ara modellerin bugün kontrolden çıkması sebebiyle yeni kontrol sistemlerinin ihtiyaç haline gelmesi, Ortadoğu’da özgürlükçü bir çıkışa rağmen sonuca bağlanmış oluyor böylece.

Öte taraftan Türkiye’de Kürt halkının özgürlük mücadelesi en ağır şekilde bastırılarak bu mücadeleye destek veren bilim ve düşün insanları hapishanelere atılıyor ve KCK operasyonları adı altında siyasetçiler, aydınlar ve halk düzen kontrolüne alınmaya çalışılıyor.

Genel olarak dünya ve özel olarak da Türkiye’de sistem aynı bu bahsettiğim tiyatro oyunundaki gibi eksik olan Bacak, Göz ve böbreklerini halkların eşitlik ve özgürlük mücadelelerini bastırarak onları sakat bırakmak ya da öldürmek uğruna eksiklerini böylece tamamlamış oluyor. Belki somut olarak bacak, göz ya da böbrek istemiyor ama özgür ve eşit olmasını engelleyerek onları kör sağır ve dilsiz hale getiriyor ve bu şekilde her geçen gün onları ölüme sürüklüyor.

Tıpkı bir zamanlar Yugoslavya’nın kuruluş öyküsünde olduğu gibi bugün de bizlerin burnumuzun ucu kadar yakın olan bu gerçekleri bir an önce kavramaya ve bu baskı ve imhaya engel olmamız gerekiyor.

Ölümün karanlığına karşı insan olmanın onuruyla aydınlık günleri yaratmak için kurtların bizi yemesine engel olmak ve ot yemeyi bir kader olarak görmediğimiz bir çözüme ihtiyaç var özetle.

Halklarımızın eşit ve özgür bir şekilde yaşamaları için katliamlara dur demek için yapmalıyız bunu. Ortak mücadelenin tek kurtuluşumuz olduğunu anlamak için başka ne görmek istiyoruz diye kendimize sormak lazım.

Ferhat Heti